Altınoluk Dergisi, 2025 Mayıs, Sayı: 471
Varlığın özü olarak kabul edilen insan nesli bir insanla başladı, ikinci insan ise onun canından kopan eşi oldu. Âlemler içinde insanı yaratan ve ona ayrı bir mükellefiyet yükleyen Yüce Kudret bu sorumluluğun kendi rızasına uygun bir şekilde ifa edilmesini murad etti. Yaratmanın ötesinde ayrı bir lütuf olarak da ilk insanı peygamber olarak görevlendirdi. Hz. Âdem öncelikle kendisine sonra da âilesine ve evlatlarına Hak elçisi oldu. Hidayet ve insan topluluğu böylece bir insandan ve o insandan bir parça olarak yaratılıp çoğalan âile ile başladı. Bu hakikat âyet-i celilede:
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini var eden, bu ikisinden de birçok erkek ve kadınlar üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının! İsmi hürmetine birbirinizden dileklerde bulunduğunuz, o Allah’a saygısızlık etmekten, akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Çünkü Allah sizin üzerinize tam bir gözeticidir.” (Nisa, 1) şeklinde ifade edilmektedir.
Âyet-i kerimenin tefsirinde merhum Elmalılı der ki: “Rabbiniz sizi tek bir candan, bir şahıstan yarattı. Bundan dolayı hepiniz bir babadan gelme kardeşlersiniz ve hepiniz insansınız. Bir yaratıcının yarattıklarısınız. Bu sebeple kardeşlik haklarına riayet etmeli, Rabbinizin emirlerine aykırı hareket etmekten sakınmalısınız. Evet, Rabbiniz önce bir can yarattı, o bir candan da eşini yarattı, böyle bir nimet ihsan etti. Biri diğerinin canından kopmuş bir çift meydana getirdi.”
Âyet-i celilenin bu ifadesindeki ince hikmet aile birlikteliğinin aslının iki ayrı yaratılmış insan değil, biri diğerinin canından kopmuş; biri diğerini tamamlayan bir hakikat olduğudur. Bütün peygamberler insanlığa bu ilahi hatırlatmayı tekrar tekrar tebliğ için seçilip gönderilmiştir. İki insan bir can olduğunun idrakinde yaratıcısına karşı takva sahibi olacak. Ondan çoğalan insan topluluğu da bir takva topluluğu, yaratıcısının bütün emir ve yasaklarının tatbik edildiği ve yaşandığı dinî bir toplum olacak.
Nübüvvet ve risalet zincirinin son halkası, nimetin kendisiyle tamamlandığı, dinin yine kendisiyle kemale erdirildiği, Sertâc-ı Enbiya – sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin tebliğine bakıldığında da görülüyor ki Allah’ın razı olduğu, vahyin şekillendirdiği hayat; öncelikle o mübarek yuvada başlamış, zorluklara ailece katlanılmış sonunda da bir saadet topluluğuna ulaşılmıştır.
Habib-i Kibriya Efendimiz – sallâllâhu aleyhi ve sellem- fert fert İslam’la buluşan mü’minlerle bir İslam toplumu inşa etmiştir. Bu toplumun ana unsuru ve mayası aile ocağı olmuştur. Aile, Allah adına verilen bir sözle, nikâhla kurulan birliktelik, özellikle Hak Teâlâ’ya kulluk vazifelerinin beraber ifa edildiği bir huzur yuvasıdır. Efendimiz buyuruyor ki:
“Bir kimse geceleyin hanımını uyandırır da beraberce veya her biri kendi başına iki rekât namaz kılarsa Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlardan yazılırlar.” (Ebu Davud, Tatavvu 18, Vitir 13)
“Geceleyin kalkıp namaz kılan hanımını da kaldıran, kalkmazsa yüzüne su serperek uyandıran kimseye Allah rahmet etsin. Aynı şekilde geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, uyanmazsa yüzüne su serperek uykusunu kaçıran kadına da Allah rahmet etsin.” (Ebu Davud, Tatavvu 18, Vitir13)
Toplumun çekirdeği olan aileler ne kadar manevi bir yoğunluk, ülfet ve tesanüt içinde diri olursa, aynı güzelliğin bütün bir topluma yansıyacağı da bir gerçektir. Fahr-i Kâinat Efendimizin inşa ettiği İslam toplumunda dinin bir toplum olarak yaşanması esastır. Namazların cemaatle kılınması, özellikle cumanın farz olması, vakfenin bütün bir ümmet için aynı gün aynı mekânda yapılması, zekât ve sadaka emirleri hep diri, canlı fertlerden; huzurlu ailelerden bir saadet toplumu inşasını hedefler.
Nebiler Sultanı -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:
“Şeytan insanın kurdudur. Tıpkı sürüden ayrılan koyunu kapan kurt gibidir. Müslüman cemaatinden ve toplumundan ayrılmayın, mescitlerden ayrılmayın.” (Ahmed, II, 40)
“Şeytan tek kişi ile iki kişiye musallat olup vesvese verir. Eğer üç kişi olurlarsa onlara musallat olmaz.” (Muvatta, İstizan 36)
Özellikle yalnız yaşayan insanlarda vesveselerin, endişelerin ve ruhi sıkıntıların daha çok görüldüğü bir vakıadır. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir güzellik için bile olsa ümmet için ferdî hareketi uygun görmemiş, toplumdan ayrılmamayı telkin buyurmuş, güzelliklerin toplum içinde yaşanmasını öğütlemiştir.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashabı ile birlikte yolda yürüyordu. Bu sırada Kureyş’ten bir gencin yoldan ayrıldığını ve tek başına yürüdüğünü gördü. Etrafındakilere:
“- O falanca şahıs değil mi diye?” sordu. Ashab:
“-Evet, odur.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“- O zaman onu çağırın.” buyurdu. Ashab da hemen gidip onu çağırdı. Resulullah ona:
“- Yoldan ayrılmanı gerektiren nedir, niçin yoldan ayrıldın?” diye sordu. Genç:
“- Ey Allah’ın Resulü tozdan hoşlanmadım da ondan.” dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
“- Ondan yani cemaatin gittiği yoldan ayrılmayın. Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin olsun ki senin kaçtığın o toz cennetin güzel kokusu gibidir.”
Gerçek İslam toplumu, fertleri diri, aile hayatı diri, insanlık için çıkarılmış hayırlı bir toplumdur.