Altınoluk Dergisi, 2014 – Şubat, Sayı: 336
Sami Efendi Hazretlerinin iki büyük eseri var. Bir, muhtelif dillere de çevrilen, inşallah ilmi nafi olarak kıyamete kadar devam edecek, nesilleri irşad edecek, ihya edecek kitapları, bir de yetiştirdiği güzide cemaat.
Şeyh Edebali, Osman Gazi’ye nasihat ederken diyor ki; “insanlar vardır ki, şafak vakti doğar, akşam vaktinde de ölürler. Dünyada hiçbir izleri, hiçbir sesleri kalmaz.” Sonra devam ediyor: “Hayvan ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı. Bir insan şu dünyada bir şey bırakmıyorsa esas onun ardından ağlamalı. Ama gittiği için ağlamamalı. Ve bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.”
Gerçekten merhum Üstadımız Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri, bu dünyada güzel yaşadı, hakkında bütün mü’minlerin bir hüsnü zannı var ve ardından da çok güzel şeyler bıraktılar. Bendeniz tabii, Üstadımızın o çok güzel yazılarıyla doğrudan doğruya buluşmuş bir kardeşinizim. Belki de hayatımızın en büyük şükre vesile olacak ameli olarak, bir Allah dostunun, özellikle İslam harfleri ile yazdığı eserlerini latin harflerine çevirmek ve bize sağlanan imkânlarla dünyaya taşımak gibi bir lütfa uğradığımız için bir şükür halindeyim… Elhamdülillah.
Erkam Yayınları Onun İradesiyle Kurulmuştu
Ancak bu eserler nasıl yazılmıştır, nasıl bu hale gelmiştirin bir seyrini sizlere arzetmek isterim. Sami Efendi Üsdadımız (kaddesallahu sırrah) bir kitap yazmış olmak için yola çıkmamış. Niye? O önce Kur’an-ı Kerim’i, Rasulullah Efendimiz sünnet-i seniyyesini, Ashab-ı Kiram’ın hayatını ve o çizgiden hiç sapmadan bugüne kadar akıp gelen Allah dostlarının bizim için tatbike medar olacak hayatlarını, o gün elinden tuttuğu insanlara aktarmak için notlar almış. Öncelikle tek sahifeler halinde yazılan notlar, daha sonra bunların bir defter haline getirilişi ve bunların da latin harflerine aktarılarak bu gün okuduğunuz kitaplara dönüşmesi. Erkam Yayınları onun iradesiyle kurulmuştu. “Eserlerimiz acaba, Şam’a, Haleb’e, Güney Afrika’ya gidiyor mu?” diye önümüze bir ufuk koymasıyla bir yayınevi ortaya çıkmıştı. Bu yayınevinin de en kıymetli varlığı, Sami Efendimizin bizatihi, böyle seherlerde abdestli olarak İslam harfleriyle yazdığı bu defterlerdir.
Merhum Ömer Kirazoğlu Hocamız, bize bunlarla ilgili zaman zaman notlar aktarırdı. Derdi ki; ‘bazen bakıyorum Üstadımız Efendimiz Mahmud Sami Efendi hazretleri gecelerde, seher vakitlerinde, gündüzün hazırlığını yapıyor. Bazen de insanlık icabı, böyle hafif bir uyku galebe ettiğinde, kalemin kendiliğinden aktığını görüyoruz.’ Bugün neşrettiğimiz 18 ayrı kitap, böyle bir ihlâs ve ciddiyetle yazılmış.
Tabii burada Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin bir hadisi şerifini hatırlıyoruz hemen: “İnsan bu dünyadan göçer, geriye bırakacağı, onun hayat defterinde devamlı kalacak olan üç şey vardır. Birincisi, sadaka-i cariye, ikincisi faydalı bir ilim, üçüncüsü de kendisine dua eden bir evlat.”
Allah Teala, Sami Efendi Hazretlerine bu üç ikramı da bahşetti. Gerçekten Sami Efendimiz, aileden kalan mirası bile, ben el emeğim ile geçineyim diye almayan, gerçekten kendi el emeği ile geçinen ve dünyalık biriktirmeyen bir insan. Peki böyle bir insan nasıl sadaka-i cariye bırakabilir? Ama onun adına bugün Anadolu’da Mahmud Sami Efendi vakıfları var, Mahmud Sami camileri var. Bir hafta evvel Afrika’daydık, baktım orada levhalar gördüm, Ramazanoğlu Mahmud Sami kuyusu diye. Yani Sami Efendi’nin çeşmesinden şimdi Afrika sulanıyor. Onun adıyla açılan bir çeşmeden, Afrika’da susuzluk çeken evladları, o Allah dostunun suyunu içiyorlar. Allah sadaka-i cariyeyi de ona ikram etti. İnşallah bu eserleri nesiller boyu kalacak mutena eserler.
En önemlisi de, geriye bıraktığı bu müstesna cemaat. O Rasulullah –sallallahu aleyhi vesellem- Efendimizden tevarüs edilen manevi emaneti, yine O’nun çizgisinde götürecek insanları yetiştirdi. Musa Efendi bu emaneti çok güzel bir şekilde yüklendi. Musa Efendi Hazretleri Sami Efendi’nin eserlerinin neşri konusunda çok önemli bir görev ifa etmişlerdir. Hatta yayınevi kurulduğunda, bir gün bendenizi çağırdılar ve ‘Abdullah Bey, her sene size bu kitaplarla ilgili özel bir tahsisat ayırıyorum. İnşallah bu tahsisat karşılığı kitabı, okullara, kurslara, yurtlara, ümmeti Muhammedin evlatlarına ulaştırırsınız.’ dediler. Musa Efendi de vefat etti ama, biz Sami Efendi’nin eserleriyle ilgili o hesabı kapatmadık ve elhamdülillah yüzlerce, binlerce kitap her yıl ehline ulaştırılmış oluyor.
Önce Ailede Okunuyor
Bir başka husus, yine Ömer Kirazoğlu Hocamızdan dinledik; Sami Efendimiz yazdığı bütün defterlerini ilk önce hane halkına okurlardı. İlk sohbet hanenin içinde oluyordu. Biraz önce Mahmud Kirazoğlu ağabeyimiz naklettiler, o ev bir Dar’ul Erkam’dı. O ev dış dünyaya, “Bir Müslüman evi nasıl olmalıdır” laboratuvarı gibiydi adeta. Sevgisiyle, şefkatiyle, eğitimiyle, manevi terbiyesiyle. Bizatihi Sami Efendinin dillerinden validemiz dinliyor, kerimeleri dinliyor, Mahmud Beyler, kardeşleri dinliyorlar. Daha sonra cemaate, ihvana okunuyor. Bizler 1970’li yıllarda kendileriyle müşerref olduğumuzda, o defterlerini önlerine açıp, bugün bizim neşrettiğimiz bir takım kitapları, bir sohbet boyu büyük bir heyecanla nasıl okuduklarını görürdük. O zamana kadar bunlar hemen hemen, amme efkarına ta’b edilmemişti. Ama önce o kitapların hepsi mübarek müellif tarafından bizatihi okunmuştur. Ondan sonra da amme efkarına tanıtılmıştır.
Eserlerin Ruhu
Peki ne vardı bu eserlerde? Her eser başlı başına özel bir takdimi gerektirir aslında. Mesela İbrahim Aleyhisselam, Yusuf Aleyhisselam bunların her biri için özel bir oturum bile yapılabilir. Ama genel olarak bu eserler için arz edeceğimiz husus şudur: Bir kere Sami Efendinin eserleriyle, temsil ettiği tasavvufi çizgiyi iyi anlamak lazım. Ne var burada; tamamen Kur’an merkezli, Rasulullah -sallallahu aleyhi vesellem- merkezli bir manevi eğitim var. İşte bakıyoruz Hazreti Yusuf kitabına, Kur’an’dan Yusuf Suresinin tefsiridir. Bir tefsirdir adeta. Ama onun içerisinde gerçekten binlerce incelikler vardır. Olay sadece Kur’an’ı Kerim’i bir meal olarak anlatmak ve klasik tefsir üslubuyla tefsirden ibaret değildir. Bugünün insanının muhtaç olduğu terbiye de içine nakşedilmiştir. Ben özellikle de, “Sami Efendi acaba niye Yusuf Aleyhisselamı yazmıştır? Niye İbrahim Aleyhisselamı yazmıştır, niye Ashab-ı Kiram menakıbını yazmıştır?” diye zaman zaman düşünmüşümdür. Türkiye’nin son elli yılını yaşamış bir insan ve ondan evvelki, 1920’lerden bugünlere intikal eden tarihimizi biraz okumuş bir insan olarak, şu tespitte bulundum; Sami Efendi böyle kimseye ‘şu yanlıştır, şu doğrudur’ gibi tembihlerde bulunan bir insan değil. O kendi yolunda devam eden, ama onun tabiriyle ‘el ârifu yekfîhil işare’ yani ‘arif olana küçük bir işaret kâfidir’ diye bir üslubu kullanan bir Allah dostu. Onun için de özellikle, yaşadığımız son seksen yılda, bu toplumun üç temel şeye ihtiyacı olduğunu düşünmekteyim.
Birincisi tevhid inancı. Çünkü gerçekten o tevhid inancı zedelendiği zaman, Sami Efendi, İbrahim Aleyhisselamı yazarak gerçek ubudiyyetin nasıl olduğunu, tevhid şuurunun nasıl olduğunu ve insanın sadece kimin karşısında boyun eğeceğini, kime tapacağını, kime taabbüd edeceğini Kur’an tefsiriyle, kimseyle tartışmadan, münakaşaya girmeden, o tevhidi korumaya, o noktadaki hassasiyetlerini ifade etmeye çalışmışlardır.
İkinci husus, Rasulullah -sallallahu aleyhi vesellem- Efendimizi ve O’nun ashabını tanımaktır. Bu bütün çağların insanlarının ihtiyacıdır. Hem şer’i olarak hem tasavvufi olarak hem de ihsan boyutuyla tanınacak tek insan, takip edilecek tek iz, Allah Rasulü ve O’nun ‘Ashabım yıldızlar gibidir’ buyurduğu sahabileridir. Onun için Sami Efendi Hazretleri, Peygamberimizin Bedir Gazvesini, Uhud Gazvesini, Tebük Seferini, daha sonra Ebu Eyyub Ensari hazretleriyle başlayan Ashab-ı Kiram serisini ve özellikle de nesilleri kendisine ulaştığı için Halid ibni Velid eserlerini kaleme almışlardır. Tabii bizler zaman zaman Uhud’u anlatırken mahzuniyetini, Bedir’i anlatırken Ashab-ı Kiram’ın celaletini, celadetini, bizatihi sohbet sırasında, o sohbette bulunanlar dikkatli bir şekilde hissetmişlerdir. Hele hele o Tebük Seferi diye bahsedilen eseri. Gerçekten Tebük Seferi sahabenin sınandığı bir seferdi. Onun sonunda da Allah Rasulü, sahabilerin tam Medine’ye kavuşupta, “Ohh artık Medine’ye geldik dedikleri zamanda, Allah Rasulü’nün işin bitmediğini ifade eden, ‘şimdi küçük cihattan, büyük cihada geldik.” buyurmaları… Evet bin kilometre Tebük’e gidip, belki orada birçok sahabinin adeta derisi kemiğe yapıştı, döndüler geldiler. Ama, “feiza ferağte fensab”…” yorulduğun zaman, boşaldığın zaman, yepyeni bir hizmete başla” şeklindeki, o ayeti kerimenin mucibince Efendimizin, sahabesine bir cihattan bir başka cihada, bir gayretten bir başka gayrete devamlı koşturmasını ifade eden, bugünkü Müslümanlara da hem maddi cihadı hem de o nefis cihadı dediğimiz büyük cihadı hatırlatan çok önemli bir eser.
Üç İlişkiye Dikkat
Tekrar arz ediyorum ki, Sami Efendi Hazretleri bu eserlerini Allahu alem, ciddi bir zihni düşünce, bizim tabirimizle bir proje olarak yazmışlardır. Niye Yusuf Aleyhisselam, niye İbrahim Aleyhisselam yazılır? Bir büyüğümüz ifade etmişlerdi; ‘Sami Efendimiz üç ilişkiye çok dikkat ettiler. Bir para ilişkisine, ikincisi şöhrete, üçüncüsü de kadın ilişkisine.’ Bugün zaman zaman medyaya yansıyan, bir takım yolların bozulmaları, insanların zaaflarından, yani para zaafından veya şöhret zaafından veya karşı cins zaafından olan bütün bu aksaklıklar için Sami Efendi gerçekten çok güçlü savunma setleri kurmuşlardır. Hem kendi içinde, kendi hayatında çok ciddi savunma setleri kurmuştur, hem de eserleriyle terbiyesiyle meşgul olduğu insanların bu noktadaki uyarılmalarına dikkat etmişlerdir.
Samsunlu Hüseyin Abimiz vardı. Bizzat ondan dinlemiştim; Sami Efendi bize üç kişiye ta Samsun’a sohbete geldi. Biz de o zaman çok genciz. Benim ailem de Sami Efendi’nin kızı mesabesinde. Dedim ki; Efendim, kızınız gelse bir elinizi öpse… Birden celallendiler, “Biz şeriat için yaşıyoruz. Şeriat için varız, biz böyle bir şeye müsaade etmeyiz. Çok merak ediyorlarsa, abdest almaya geçtiğimizde uzaktan görürler” buyurdular. Böyle bir hassasiyet. İşte böyle bir hassasiyeti olan insan da bir Yusuf Aleyhisselam’ı yazıyor ki; gerçekten bizler bugün, hem erkekler olarak, hem de hanımlar olarak, Yusuf Aleyhisselam’ı tekrar okumalıyız diye düşünüyorum. Hem oradaki manevi işaretler bakımından hem de özellikle şeri hassasiyetler bakımından bunu tekrar okumalıyız diye düşünüyorum.
Biraz önce arz ettim, bu eserler Sami Efendimizin zihninde bir projedir diye, gerçekten tasavvufi terbiyenin ana esaslarını bütün bu eserlerinde ikame etmiştir. Mesela, benim çok önemsediğim, Musahabe 1 kitabı… Bugün de bu camianın ana çizgisi olan hususları Sami Efendi Hazretleri şöyle ifade ediyorlar:
Kitab ve Sünnet’in muktezâsı üzere evvelâ akâid’in tashîhi lâzımdır. Şöyle ki; Ulema-i ehli hak, o akaidi kitap ve sünnetten fehim ve ahız ve istinbât eylemişlerdir. Yani hak ehli alimler, bu akideyi, kitap ve sünnetten anlamışlar ve o şekilde ifade etmişlerdir.
Sâniyen yani ikinci olarak ta; Helâl ve haram, farz ve vâcib’ten ahkâm-ı şer’iyyeyi bilmek lâzımdır.
Sâlisen, yani üçüncü olarak ta; Bu ilmin muktezâsı üzere amel lâzımdır.
Râbian, yani dördüncü olarak ta; Tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb lâzımdır.
Manevi Terbiye
Üçüncü bir husus ise manevi terbiye yani seyr-ü sülûk.
Yani bu gün tasavvuf adına da zaman zaman, çok farklı şeyler takdim ediliyor bu ümmete. Bir kısmının, şeri hassasiyeti olmuyor, bir kısmının da gerçekten tasavvuf adına inhirafların, hurafelerin içinde kaybolduğunu görüyoruz. Altınoluk Dergisinin sayılarının birinde (Şubat 2013, 324 sayı) Ahmet Taşgetiren bey bir yazı yazdılar; ‘Kimin Elinden Tutalım?’ diye. İşte o tarife Sami Efendi uyar, o tarife Musa Efendi uyar, o tarife Osman Efendi uyar. Gerçekten insanlar zaman zaman bunalım içerisinde oluyorlar. Bir elden tutunmak istiyorlar. Ama o tutuln eller, bazen akide olarak kirli eller oluyor, bazen yaşayış olarak kirli eller oluyor, bazen düşünce platformunda kirli eller olabiliyor. Temiz ellerden tutmak gerekiyor. Temiz insanlarla yan yana gelmek gerekiyor. Onun için de bu çizgi çok önemlidir diyoruz.
Bizler Altınoluk camiası olarak, Hüdayi camiası olarak gittiğimiz her yerde bu çizgiyi anlatmaya çalışıyoruz. Yani öncelikle, kitap ve sünnetten istinbat edilen ehli sünnet akidesi, sonra bizim hayatımızın tamamını ifade eden şeri ahkâma bağlılık, sonra bu ilimle amel etmek, sonra da tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalb dediğimiz, nefsi kötü sıfatlardan arındırmak ve kalbi de Allahu Teala’nın nazargâhı haline getirmek. Çünkü kalp nazargâhı ilahi ise, o kalbin Hakkın nazar edeceği bir kıvamda olması lâzım.
Nitekim Hazreti İbrahim kitabında, Merhum Üstadımız Allahu Teala’nın İbrahim aleyhisselama hitabından bahseder. Der ki, Allahu Teala İbrahim aleyhisselama: “Muhakkak ki İbrahim, sen benim dostumsun. Ben de senin dostunum. Sakın ki kalbine muttali olduğum zaman onu benden başkasıyla bulmayayım! Yoksa bana karşı olan sevgini keserim. Çünkü ben sevgim için öyle kimseyi seçiyorum ki, onu ateşle yaksam yine kalbi benden başkasına iltifat etmez ve benden başkasıyla meşgul olmaz…” Demek ki dostluk kalpte başlayan, büyüyen ve gelişen bir güzellik. İşte Sami Efendi bizi bu noktalara taşımak isteyen bir Allah dostu. Yani kalplerimize bakıldığında orada masivallah dediğimiz, Allah’tan gayrı hiçbir şeyin bulunmadığı, sadece nazar-ı ilahiye hazır bir kalp. İbrahim aleyhisselam bu sınavı da verdi. Cebrail aleyhisselam geldiğinde, ‘İbrahim ateşe gidiyorsun. Benden bir yardım istiyor musun?’ dediğinde, İbrahim aleyhisselam ‘Hasbünallah ve ni’mel vekîl.’ Ateşi kim yaktırıyor? Allah. Kim söndürüyor? Allah. Öyleyse bana O yeter.
İşte Sami Efendi’nin bizi ulaştırmak istediği, tasfiye-i kalp dediğimiz çizgi, bu çizgidir. Ve Sami Efendi Hazretleri bütün hayatı boyunca, kitapların çok daha ötesinde de, hemen hemen bütün sohbetlerinde hep kalp üzerinde durmuşlardır. İşte ‘kalbin tasfiyesi için şu esaslara dikkat etmek lazım, kalp nazargâhı ilahidir’ diye. Yine kendi kitaplarında ifade ettiği gibi; “Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Âzerest. Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekberest”Ka’be İbrahim’in yaptığı bir binadır. Ama kalp, gönül Allah’ın nazargâhıdır. Allah’ın inşaa ettiğidir. Onun için gönülleri kırmayın. Gönüllerde sultan olmaya bakın. İşte o kendisi bu noktada, bir ‘gönüllerin sultanı’ olmuştur.
Bunu sözümün başında nakletmek isterdim, yine İbrahim aleyhisselam kitabında, “Vec’al lî lisâne sıdkın fîl âhırîn” var. İbrahim aleyhisselamın duası. Nedir o? ‘Ya Rabbi. Gelecek nesiller beni hayır ile yâd etsinler.’ İbrahim aleyhisselam Rabbinden böyle bir talepte bulunuyor. Çağlar boyu anılmak istiyor. O da ümmeti Muhammedin dilinde, Efendimizle beraber hep anılıyor.
Akşam bu programı düşünürken, Sami Efendimiz bu ayetlerin tefsirini yazarken, herhalde o da gönlünden geçirmiştir; Ya Rabbi. Bana da gelecek nesillerden dualar gelsin diye. Bu, her faninin arzusudur. Ama Rabbim, o güzel insanın duasını da kabul etti ki, bugün salonlarda anılıyor, her sabah seherlerde yad ediliyor. Şimdi Afrika’da kitapları okunuyor, Asya’ya kitapları tercüme ediliyor. Ben inanıyorum ki, gelecek nesiller de onu tekrar tekrar anacaklar. Onun için de, Sami Efendi’nin eserlerinde ortaya koyduğu bu çizgi bu gün için de çok önemli bir çizgidir diye düşünüyorum.
Son olarak onun Yunus ve Hûd sureleri tefsirinden bir pasajla bitirmek istiyorum. Belki bize, tam da bugün için istenen bir mesaj. Buyuruyorlar ki; Mahlûkatın halk olunmasından maksad-ı aksâ, onların Hak rızâsını kazanmak yolunda amellerin en güzellerine tevessül etmeleridir. Çirkin ve münker fiillerin de terkedilmesi terakki için zaruridir. Amelden murad da, kalbin ve azaların kendilerine mahsus amelleridir. Bu sebebden dolayı Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Liyeblüveküm eyyükümahsenü amelâ” âyetini “Sizin hanginizin ameli en güzel olacağını imtihan etmek için” manasına gelen ayetini, ‘hanginizin aklının en güzel olup haramlardan titizlikle kaçınacağını ve Allah’a itaatte ne derece gayret göstereceğini imtihan etmek için’ demektir, diye tefsir etmişlerdir.
Yani en çok amel değil, en güzel amel. İhsan kıvamında amel. Ve son söz Sami Efendi’den:
“Salike, manevi yola giren insana gereken, evliya ve enbiya hazerâtının adabıyla müteeddip olmaktır. Bu tarikta ilk adımını emrolunduğu veçhile ve şartınca atmaktır. Emanet ve istikamette olmaya muhakkak surette riayet etmelidir. Her hak sahibine hakkını adalet ile dosdoğru vermeye ve en doğru ölçüleri kendine kıstas edinmeye dikkat etmelidir. Bunlara riayet ederse Cenâb-ı Hak onu kulluğuna kabul edip dünyada ve ahirette aziz eyler.
Fakat gadr ü zulüm ederse, hıyanet ve tekebbür gösterirse ve bunlarda ısrar ederse Cenâb-ı Hak onu reddeder, dünyada mezmûm, ahirette mahrum eyler ve intikamını alır. Cenâb-ı Hakk’ın afvını ve fazlını tedarik etmeyen kimse, şakî olarak yaşar, şakî olarak ölür ve şakî olarak haşr olur.”
Böyle bir halden Allah’a sığınırız. Mü’min olarak yaşamayı, mü’min olarak ölmeyi ve mü’min olarak dirilip, salihlerle beraber olmayı da yüce Rabbimizden niyaz ederiz.
* 26 Şubat 2013 tarihinde Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde düzenlenen Mahmud Sâmî Ramazanoğlu’nu anma programında yaptıkları konuşmalarından…