Altınoluk Dergisi, 2021– Haziran, Sayı: 424
Yüce kelâmın doğru anlaşılabilmesi için özellikle Kur’an-ı kerim belirli esasları önümüze koymakta, ilâhî kelamın âyetlerini özellikle kalbî bir huzurla okuyup anlama gayreti içinde olan ilim ehli büyükler de bu esasları Kur’an’ın insanı götürdüğü doğru yola ulaşmanın en sağlam şekli olarak ifade etmektedirler. Bu sağlam şekil –bizzat Kur’an tabirleri ile- onu tedebbür, tefekkür, tezekkür ve uyanık bir kalple ve diri bir gönülle okumaktır.
İlk insan Hz. Âdem aleyhisselam ve Havva annemiz yeryüzüne indirilirken, ömürlerini geçirecekleri bu dünyada nasıl yaşamaları gerektiği, hayatları ile ilgili ana esasları kimin belirleyeceği kendilerine Yüce Yaratıcı tarafından açıkça beyan edilmişti:
“Dedik ki; hepiniz Cennetten inin! Benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tabi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar (asla) üzüntü çekmezler. (Buna karşılık) inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar Cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalırlar.” (Bakara, 38-39)
İnsanoğlunun, belirli bir müddet kalacağı bu dünyada birinci gündemi, Yüce Yaratıcısının kendisi ile ilgili muradını doğru anlayıp, o ilâhî murada göre bir hayat yaşamaktır. Bu ilâhî muradın ne olduğu ilâhî kitaplarda belirtilmiş, o kitabın ve hitabın doğru anlaşılması için de Hak elçileri/resuller görevlendirilmiştir. Bütün nebiler, gönderildikleri toplumlara kendilerine Rabbimiz tarafından indirilen ilâhî hakikatleri açıkça duyururken, bu beyanın hayat haline gelen ilk örnekleri bizzat kendileri olmuşlardır. Cenâb-ı Hak bütün âlemlere bir şâhid, müjdeci, korkutucu ve Allah’ın izni ile yine Allah’a davet eden, nur saçan bir kandil olarak gönderdiği sevgili habibine de:
“Sana kitabı (Kur’an’ı) ancak ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklaman için ve îman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.” (Nahl, 64) buyurmaktadır.
Peygamber Efendimiz, ümmetinin arasında bulunduğu müddetçe ihtilafların çözümü ve farklı anlayışların te’lifi için şüphesiz tek merci sadece bizzat Zât-ı Risaletleri idi. Sahabe-i Kirâm gerek hatırlarına gelen meselelerde, gerekse bir ilâhî beyanı doğru anlamak için sadece Efendimiz’e müracaat ediyor, O’nun her buyruğuna ve îzahına da tam bir sadakatle gönülden teslim oluyorlardı. Sonraki asırlarda ise dînin ana kaynağı Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i nebeviyeyi anlamak kalbî kıvam, fıtrî istidât ve ilmî kifâyetlere bağlı olarak farklılıklar gösterdi, bunun sonucu olarak da farklı anlayışlar ortaya çıktı.
Yüce kelâmın doğru anlaşılabilmesi için özellikle Kur’an-ı Kerim belirli esasları önümüze koymakta, ilâhî kelamın âyetlerini özellikle kalbî bir huzurla okuyup anlama gayreti içinde olan ilim ehli büyükler de bu esasları Kur’an’ın insanı götürdüğü doğru yola ulaşmanın en sağlam şekli olarak ifade etmektedirler. Bu sağlam şekil -bizzat Kur’an tabirleri ile- onu tedebbür, tefekkür, tezekkür ve uyanık bir kalble ve diri bir gönülle okumaktır. Nitekim: “Ey Nebi! Sana bu mübârek kitabı, âyetleri düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sad, 29) âyet-i kerîmesi de bunu te’yid etmektedir.
Her biri âyet-i kerîmelerde özellikle zikredilen bu ilâhî kavramları idrak edebilmek yani gerçek mânâda bir tefekkür ve tezekküre ermenin yolu şüphesiz sâdece zâhiri ma’nâya vakıf olmaktan ibaret olmayıp ayrıca huzur-i kalbîden geçmektedir. Gerçek ilim sâhipleri Kur’an tefsiri için de onbeş civarında bir ilim dalının iyi bilinmesini gerekli görmüşler, İmam Gazalî de meşhur eseri Kimya-ı Saadet’te bu manada farklı bir pencere açmıştır: “Kur’an-ı Kerim’in tefsiri (ma’nâsının anlaşılması) üç kişiye nasib olmaz: 1- Arab dilini bilmeyen, 2- Büyük günah işlemekte ısrar eden veya bid’atla meşgul olan. Zira o günah ve bid’attan dolayı kalbi kararır da o yüzden Kur’an’ı kavrama yeteneğinden mahrûm olur. 3- İtikadi bir mes’elede İslâm itikadına ters düşen zâhiri ma’nâya inanan kimse.” (Kandehlevi, Fezâil-i A’mal)
Sehl bin Abdullah Tüsteri ise bu konuda şöyle der: “Kula kitab-ı ilâhiyi anlama konusunda Kur’an’dan her harf için bin ma’nâ verilmiş olsa bir âyete verilen ma’nânın nihâyetine ulaşılamaz. Çünkü Kur’an Allah kelamıdır. Kelam O’nun sıfatıdır. Allah için nihâyet söz konusu olmadığı gibi kelamın ma’nâsı için de nihâyet söz konusu değildir. Kullar, Allah’ın, velî kullarının kalblerine verdiği fetih ölçüsünde O’nun kelamını anlayabilirler. O’nun kelamı mahlûk değildir. Bu yüzden mahlûkatın idraki O’nun ma’nâsının nihâyetine ulaşamaz. Çünkü mahlukların idraki sonradan yaratılmıştır. Allah Teâlâ Kur’an’da hidâyeti muttakilere has olarak zikretmiştir.” (el-Lüma tercemesi, 73)
Hakikat ehilleri, özellikle de Kur’an’ı dolayısıyla dîni anlamada zâhir ve bâtın bütünlüğünü en önemli bir esas ve usûl olarak görmüşlerdir. Hadis-i şerifte beyan edilen “Kur’an’ın bir zâhiri bir de bâtını (içi) vardır” ifâdesinin şerhinde şöyle buyurulmuştur: “Kur’an’ın bir zâhiri (dil bilgisi ile anlaşılan) ma’nâsı vardır ki herkes onu anlayamaz. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- bu konuda buyuruyor ki: ‘Kim Kur’an’a kendi kanaati ile ma’nâ vermeye kalkarsa isâbet etse de hata etmiş olur.’ Bazı İslâm büyükleri de ‘zâhirden maksad Kur’an’ın lafızlarıdır. Onu okumada herkes eşittir. Bâtından maksad ise onun gerçek ma’nâ ve maksadıdır ki kabiliyyet ve bilgiye göre herkes değişik anlar’ demişlerdir.”
İbn-i Mes’ud -radıyallâhu anh- buyurur ki: “İlim istiyorsan Kur’an’ın ma’nâsı üzerinde düşün ve onu iyi anlamaya çalış. Çünkü onda öncekiler ve sonrakilerle ilgili bütün bilgiler vardır.”
Hâsılı Kur’an’ı ve dini doğru anlamak için gereken edeb ve şartları gözetmek mühim bir düsturdur. Zamanımızda kimilerinin yaptığı gibi öğrendiği birkaç kelime Arapça ile, hatta onu bile öğrenmeden kendi dilindeki tercemelere bakıp kendi kanaatlerini tek gerçek olarak ortaya sürmemek ve bir şeyler bildiğini iddia etmemek gerekir. (Kandehlevî, Fezâil-i A’mal) Bu konuda nihai hüküm vahye mazhar bir nebi olarak, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in bize öğrettiği bir duasındaki şu hakikattir: Efendimiz doğruya ulaştıranın sadece Cenâb-ı Hak olduğunu ümmetine öğreterek buyuruyorlar ki: “Ey Rabbim, rüşd (doğru, gerçek ve hidayet olan) Sen bana ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru…”