Altınoluk dergisi, 1987 – Haziran, Sayı: 016, Sayfa: 005
Hicri 9. yılda Medine-i Münevvereye ansızın bir haber gelmişti . Bu haberde, Roma Kayseri 40.000 kişilik muazzam bir orduyu Medine-i Münevvere’ye hücum etmek üzere yola çıkardığı ve ordunun da Belka mevkiine kadar geldiği bildiriliyordu.
Bu haber Rasül-i Ekrem Efendimize ulaşır ulaşmaz, Efendimiz hazretleri vakit kaybetmeden düşmanı karşılamak üzere müslümanları harbe da’vet buyurdu. Gelen düşmanın büyüklüğü ve gücü düşünüldüğünde İslâm askerinin teçhizi için büyük bir yardıma ihtiyaç vardı. Ashab-ı kiram, Hazreti Peygamberin teşvik ve müjdeleri üzerine büyük bir fedakarlıkla İslâm ordusunun techizine koyuldular. Öyleki Hazret-i Sıddik, malının tamamını, Hazreti Faruk malının yarısını bu hayırlı amele ayırırlarken Hazret-i Osman Zinnüreyn de 10.000 askeri tek başına teçhiz edivermişti. Müslüman kadınlarsa ellerindeki ziynetleri Allah yolunda harcanmak üzere ortaya koymuşlardı.
Bir taraftan bu maddi hazırlıklar sürerken diğer taraftan, Ayet-i kerime ile harbe katılmamak için kendilerine izin verilen kadınlar çocuklar yaşlılardan oluşan zayıflarla körler topallar gibi hastalar, ve binit ve azık hazırlamaya güç yetiremeyenlerin dışında (1) bütün müslümanların bu harbe katılmaları emredilmiş ve Ashab-ı kiram da büyük bir şevkle Harb ve Rahmet Peygamberinin emrinde sefere hazırlanmışlardı. Ne var ki mevsimin yaz ve sıcak olduğunu Medine’nin hasad mevsimine girdiği düşmanın da pek büyük olduğunu ileri süren münafıklarsa hem kendileri bu sefere katılmıyorlar, hem de İslâm askerinin şevk ve maneviyatını kıracak bir faaliyet içinde bulunuyorlardı.
Münafıkların bütün mel’anetlerine rağmen, pek sıcak bir günde, Peygamberimiz Hz. Ali’yi Medine-i Münevverede vekil bırakıp, ashab ile birlikte Tebük’e doğru yola çıktılar.
Günler süren pek meşakkatli bir yolculuktan sonra Tebük’e kadar varıldıysa da orada İslâm ordusunun karşılayabileceği hiç bir harekete rastlanmadı Medine-i Münevvereye gelen haberin de aslı olmadığı anlaşıldı. Habib-i Huda Efendimiz ashabıyla beraber 20 gün kadar Tebükde kalıp tekrar Medine-i Münevvereye döndüler.
Peygamberimizin Medineye girişi sevinçli oldu. Peygamber Efendimizin ordusuyla beraber salimen dönüşleri duyulunca, Medine’de kalan bütün halk, kadın ve çocuklar büyük bir coşkuyla mücahidleri Medine dışında karşıladılar. Efendimiz, her seferinde olduğu gibi, Medine-i Münevvereye girer girmez doğruca Mescid-i Saadetlerine gidip iki rek’at namaz kıldılar. Artık müslümanlar sevinçli, münafıklar mahcubdu. Her biri Efendimize bir mazeret ileri sürüyordu. Peygamberimiz de münafıkların yeminlerle teyid ettikleri bu mazeretlerini işin hakikatini bilmesi-ne rağmen sırf zahiri hallerine bakarak kabul buyurdular. Ancak üç sahabî dosdoğru konuşup, hiçbir mazeretleri olmadıkları halde harbe katılmadıklarını bildirdiler. Bunlar Mirare, Hilal ve Kab İbn-i Malik hazeratı idiler.
Rasül-i kibriya Efendimiz, bütün müslümanlara bu üç sahabî ile konuşmayı yasakladılar. Öyleki hiç bir müslü’man bunlara selam dahi vermiyordu. Elli gün kadar sürecek bu büyük imtihanın 40. gününde bu sahabilerin hanımlarından da ayrı yaşamaları emredilmişti. İşin en acı tarafı olarak ta Hazret-i Ka’b’a Gassan melikinden, müslümanları ve Hazret-i Peygamberi terk edip, hıristiyanlara katılmasını teklif eden bir mektup gelmişti.
Ne var ki bu üç müslüman bütün bu üzücü durumlarına rağmen, ne gönülleriyle, ne de hareketleriyle müslümanlardan kopmadılar. İhlasla, ve göz yaşlarıyla istiğfara devam ederek Cenab-ı Hak’tan afv ve kurtuluş müjdesi beklediler. Nihayet beklenen afv ve mağfiret geldi, tev-beler kabul edildi. Ve Hak Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tevbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı Allah’tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tevbe etsinler diye Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tevbeleri çok kabul eden ve Çok merhametli olandır.
Ey iman edenler! Allah’tan korkun, Sadıklarla beraber olun…”
Son ayet-i kerime, müslümanın hangi muhitte bulunacağını, çevresini nasıl şekillendireceğini bildirmesiyle ayrı bir önem taşımaktadır. Çünkü Cenab-ı Hak “Allahtan korkun ve sadıklarla beraber olun” buyuruyor.
“Sadıklarla beraber olun” demek iman ve ahidlerinde veya Hak Din’de gerek niyet, gerek söz ve gerekse fiilce ve hatta her hususta sadık olanların maiyetinde yanında bulununuz, onların dostluk ve arkadaşlığından, sohbetlerinden ayrılmayınız, Peygamber ve ashabı gibi sadıklara yar ve yaver, dost ve yardımcı olunuz demektir. (3)
Özellikle insanın ma’nen yetişmesini sağlayan düsturlardan biri de salih ve sadık bir muhit içinde bulunmasıdır. Çünkü insanın ma’nevî gelişme ve olgunlaşmasında beraber bulunduğu şahıslar çok önemlidir.
Bir taraftan yukarıdaki ayet-i kerîme ile kimlerle beraber olunacağı emredilirken, diğer taraftan müslümanın, fikren ve ruhen zarar görebileceği çevrelerden uzaklaşması da emredilmektedir.
– “Ayetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün vakit de ta başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Şayet şeytan bunu sana bir an unutturursa hatırına geldiği gibi hemen kalk ve o zalimler güruhu ile beraber oturma!..” (4)
Bu ayet-i kerime ise zalimlerle beraber bulunmayı açık bir şekilde yasaklamakta. Çünkü bu gibi beraberliklerde kalbden kalbe akisleşmeler olacaktır. Nitekim bir şair şöyle diyor:
İnsan insandan huy kapar
Aman habis insanlarla beraber olma
Rüzgar kötü bir kokuyla esip geçse
O Havadan bile kötü koku gelir.
Abdullah İbn-i Ahnef anlatıyor:
Rudbarî hazretlerini ziyaret niyetiyle Mısır’dan Remleye gidiyordum. Yolda kendilerini murakabeye vermiş bir zat ile yanında bir genç gördüm. Gençten bana nasihat etmesini istedim. Başını kaldırdı ve şöyle dedi:
– Sen: bakışıyla sana Allah’ı hatırlatacak, söz diliyle değil hal diliyle sana nasihat eden biriyle arkadaş ol, onun sohbetine devam et.(5)
Kureyş müşrikleri zaman zaman Rasül-i Ekrem Efendimize müracaat edip, etrafındaki zayıf ve yoksul mü’minleri uzaklaştırması şartıyla kendisine iman edebileceklerini teklif etmişlerse de Cenab-ı Hak azze vecelle, habibi kerimine müşriklerin zulmüne rağmen o sadık ve samimî müminler zümresiyle beraberliğini sürdürmesini ve onlardan kopmamasını emir buyurmuştur.
– Nefsini o kullarla beraber tut ki, sabah ve akşam rablerine dua ederler. Cemalini isterler. Sen dünya nimetlerini arzu ederek gözlerini onlardan ayrma ve o kimselere de itaat etme ki, onların kalbini zikrimizden gafil bırakdık. O keyfinin ardına düşmüş ve haddi de aşmıştır. (6)
İşte müslümanın çevresini hududlandıran ilahi ölçüler.
Rabbımız! Bizi salihler zümresiyle yaşat ve Onlarla haşreyle… amin…
Dipnotlar: 1. Tevbe Suresi/91 2. Tevbe Suresi 118-119 3. Ruhul-beyan 3/530 Elmalılı 3/2644 4. En’am Süresi: 68 5– Ruhul-beyan, 3/52 6. Kehf Süresi: 27
HAZRET-i YUSUF’UN DUASI
-“Ya Rab!
Sen bana mülkten bir nasib verdin.
Hadisatın te’vilinden bir ilim Öğrettin.
Gökleri ve yerleri yaratan Rabbım!
Benim dünya ve ahiret velim sensin.
Benim canımı müslüman olarak al.
Ve beni salihler zümresine kat…”
Hazret-î Yusuf, geçiti mihnet ve belalar, sonu yokluk olan Dünya mülkünün mahiyet ve akıbetini bildiğinden, Mısır’a büsbütün melik olmak sevdasını beslememiş, bilakis dünyadan çekilmek, ebedi hayata can atmak istemiş ve bu dua ile vefatını temenni edip bu “Son” ile ahirete gitmiştir ki, ne güzel dua ve güzel son… İşte takva sahiplerinin can atacakları gaye, o dünya hazineleri değil bu mutlu sondur…
Elmalılı Hamdi Yazır, 4/2930